‘‘Bin Hüzünlü Haz’’ isimli romanıyla, “Cevdet Kudret” ödülünü kazanan Hasan Ali Toptaş, edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı ama okur kitlesinin pek de bilmediği bir yazar. Yıldız Ecevit’in, ‘Yüzyılın son çeyreğindeki Türk edebiyatının birkaç kilometre taşından biri’ diye nokta atışı tanımladığı Hasan Ali Toptaş, Türk edebiyatının yeni Yusuf Atılgan’ı olarak adlandırabiliriz. Metropol Ankara’nın deyim yerindeyse kıyısında, köşesinde hayat süren, Sisli, bulutlu (içine kapanık) bir yazar kendisi. Sade ve sadece yazmak isteyen, memurluk yaşantısının rutinini güzel romanlar yazarak kıran bir edebiyat duayeni.
1958 yılında Denizli’nin Çal ilçesinin Baklan kasabasında doğmuş. Küçüklüğünü kasabada geçiren, liseyi Çal’da okuyan, Uşak’ta da Meslek Yüksek Okulu’na sadece bir yıl giden ve yarıda bırakan yazarımız sonrasında askerlik macerasına katılmış.Memurluğun yazma eylemini içinde barındıran için daraltıcı, sınırlayıcı bir iş olduğu ne kadar bir gerçek olsada yazmak dediğimiz eyleme, insanı sürükleyen bir yığın etkenden söz ederek, üzerindeki etkenlerin bu duruma ışık tuttuğunu söylüyor. Bu rutini kırma içgüdüsünü, vergi dairesinde dokuz yıl icra memurluğu yaparken, gündüz çantayla dolaşıp sokak sokak gecikmiş vergileri toplarken yakalamış.Ne kadar yıpratıcı ve sevimsiz bir iş olsa dahi gecelerini oturup yazmaya adamış. Ortaokulda heves ile başlayan bu serüven ve bir arkadaşıyla roman yazmış. Bir türlü bitmeyen roman için aylarca uğraşmışlar. Yazar olma kaygısı ne kadar olmasa da kişisel tamin olduğu gerçeğini saklamıyor. Yıllarca öyküler yazmış velhasıl kelam…
“Sana mektup yazmak bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Geçseydi ve daha önce oturup yazabilseydim, herhalde her iki satırdan birini senin için boş bırakırdım. Ya da senin için, içleri harflerle dolu çeşitli boşluklar yaratırdım sayfaların yüzünde. Senin için de değil aslında, bunu, mektup dediğimiz metnin metin olabilmesi için yapardım. Bir bakıma, seni düşünmeksizin senin için.”
Hasan Ali Toptaş’ın okuruna mektubu böyle başlıyor. Bir yazarın okuruna mektup yazdığını ben görmedim mesela.Ya siz? Ben görmedim. Ben yazarın mektupları ya da günlüğü basılınca işte en çok onları okumayı seviyorum. Çünkü samimiyet var orada. Zengin, siyah pahalı bir arabadan inen olağanüstü bir karakter yaratıyorsa işte onun evinde yıkanmamış veya ütülenmemiş kıyafetlerini de gösterir yazarın bildiğimiz samimiyeti. Yani olaya tüm zenginliğiyle bakmaktan çok arka bahçelerini de görürüz. Bir Hasan Ali Toptaş okuru olarak kimseden gelmese bile yazarımdan gelen bir mektubum olduğunu söyleyebilmek ne büyük haz.
“Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.
Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem.
Sen de abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence.
Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.”
Bundan yıllar evvel bir taşra öğretmeniyle konuşmuş.
“Taşrada öğretmenlik yapan bir arkadaşıma okuyup okumadığını sorduğumda, okumanın kışkırtılma gerektiren bir edim olduğunu bunun da kaosla olacağını, büyük şehirlerin bu duyguyu verdiğini falan söylemişti. bunu o zaman snop bir tavır olarak bulmamıştım. çünkü taşranın kımıltısızlığında bir insan ne düşünebilirdi. ne yazabilir ne üretebilirdi. Zaman geçti, ve zaman geçtikçe elbette bazı şeyler netleşti. Yazmanın devingenliği içerisinde taşralılık nedir, edebiyatın beslendiği kaynaklar nelerdir, yazar kimdir…”
Kavrama süreci içerisinde bazı yazarların büyük tesirinden bahsetmek olmazsa olmaz durumlardan. Ki Hasan Ali Toptaş, henüz kavramsal olgunluğa erişmemiş benliğime bugünün koşullarında çok şık bir yanıt verecek güçte bir yazar. Dünya edebiyatını takip ederken, özene bezene ağzımın suyu aka aka okuduğum o janjanlı, lobili ve afili yazarların yanında dinginliği ile beni çömez duygularımdan ötürü utandıran, yerin dibine geçiren bir dibine kadar olan yazar.
Bilgeliği, mütevazılığı, mutedil esintisi, kavruk görünümü ve tevazu sahipliği ile kafamın içinde her nasılsa oluşmuş üç aylık ömrü olan sanatçı tiplerini yerle yeksan eden yazarlardan biri olmuştur Hasan Ali Toptaş.
“Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?” sorusu da unutamadığım ve asla unutamayacağım cümlelerden biri. Sırbistan sınırına 10 km uzaklıktaki Boşnak şehri Srebrenica’da yaşayan, adını bilmediğim bir çocuk sormuş bu soruyu. Ardından da ne yazık ki, 11 Temmuz 1995 tarihinde yapılan katliamda henüz dört yaşındayken öldürülmüş. Ben bu çocuğun annesine sorduğu soruyu 11 yıl sonra, Fikret Bila’nın Milliyet’teki yazısında okudum. Yerimden hiç kımıldayamadım okuyunca. Soluğum düğümlendi sanki, kanım çekildi, kulaklarım uğuldadı, aklım gitti gitti geldi ve ben bütün bunların ortasında durup bir zaman boşluğa doğru boş boş baktım. Bir an, bütün anlamlar anlamsız göründü gözüme, her şey yetersiz, her şey boş ve gereksiz göründü. O gün, sabahtan akşama dek hiçbir şey yapamadım tabii; burnumdan soluya soluya, allak bullak bir yüzle evin o köşesinden bu köşesine gezindim durdum. Hem geride bıraktığımız hem de içinde bulunduğumuz yüzyılın boynuna asılmış kocaman bir ağırlıktı bu soru. Bize bizim suretimizi gösteren çocuk sesinden yapılmış bir aynaydı, dünyanın tepesine düşmüş dünyadan büyük bir dağdı, saftı, derindi, yalındı ve bir o kadar da acıtıcı, bir o kadar da ürkütücüydü.” (Harfler ve Notalar / sayfa 143)
“…Yoksa kaçıyorum diye döne dolaşa varıp yaşamımın kaçınılmaz noktalarına mı saplanıp kalırdım, bilmiyorum.”
“Bildiğim tek şey, ne yaparsa yapsın, insanın birkaç saniyeye bile söz geçiremeyişi… Başka bir deyişle, yaşam dediğimiz o kocaman ve karmaşık serüvenin, kimi zaman birkaç saniyede kurgulanıp birkaç saniyede inanılmaz bir hızla yön değiştirdiği ve günlerimizin, haftalarımızın, aylarımızın, hatta yıllarımızın gerisinde kalan o birkaç saniyenin bütün ömrümüzü kapladığı…” (Sonsuzluğa Nokta / sayfa 93)”
Bunca cümlelerim arasında konularını anlatırsam size bir çember çizmiş olurum ve sizi oraya hapsederim. Fakat düşüncelerimle yapmak istediğim tek şey kendi içimdekileri paylaşma isteğidir. Kitaptan altını çizdiğim alıntılarıyla sözü ve düşünceyi sizin takdirinize ve değerlendirmenize bırakıyorum.
“Benim de küstüğüm, bütün umudumu yitirdiğim ve artık beni kimse anlamayacak dediğim zamanlar oldu. Hatta, yazmamayı düşündüğüm zamanlar da oldu ama, bunu yapamadım, tuttum, böyle bir dönemde (galiba altı, yedi ay sürmüştü), “Ben ninemi yalnızlık sanmıştım bir keresinde” diye başlayıp, “uzaklar / atların topuklarında zonklar / biz uzaklarda” diye sürüp giden şiirsel metinler yazdım. Sonuçta, insanın yazma arzusunu, yazma tutkusunu ya da (diyelim) yazma hastalığını hiçbir şey yok edemiyor. Belki okurla buluşman geciktiriliyor ama, engellenemiyor.” (Başladığında Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız/ Şükrü Erbaş Söyleşisi)
Son olarak Hasan Ali Toptaş, “Ödünç vermek istemediğim kitaplar” dediği 10 kitaplık liste:
“Kitaplığım sadece on kitaptan oluşsaydı herhalde bu kitaplardan oluşurdu. Bir yere giderken yanıma sadece on kitap almak zorunda kalsaydım herhalde bu kitapları alırdım. Bana ödünç vermek istemediğin kitaplar hangileridir diye sorulsaydı, bugün, kesinlikle bu kitapların adını sayardım. Bu nedenle, bence bu listenin adı ‘ödünç vermek istemediğim kitaplar’dır.”
Liste Dünya ve Türk edebiyatından çok önemli kitapları barındırıyor.
Issız bir adaya düşsen yanına alacağın 10 kitap:
1- Don Kişot-Cervantes
2- Yakalanan Zaman Kayıp Zamanın İzinde-Marcel Proust
3- Tehlikeli Oyunlar-Oğuz Atay
4- Saatleri Ayarlama Enstitüsü-Ahmet Hamdi Tanpınar
5- Minima Moralia-Theodor W.Adorno
6- Tristram Shandy Beyendi’nin Hayatı-Laurence Sterne
7- Hikayeler-Franz Kafka
8- Beyaz Kale-Orhan Pamuk
9- Göçmüş Kediler Bahçesi-Bilge Karasu
10- Çürümenin Kitabı-Emil Michel Cioran
*Yeni yazarlara not: “Kitabımı kendi paramla bastırdım. Maaşımdan taksit taksit ödedim. Kitap çıktığında o gün yeryüzünde büyük bir sallantı olacağını düşünüyordum. Hiçbir şey olmadı.”
Yusuf Atılgan ile ilgili yazdığımız yazıya BURADAN ulaşabilirsiniz.