İlk olarak 1996 yılında Derviş Zalim‘in “Tabutta Rövaşata” filminin yapımını üstlendi.
Daha sonra genel yapım sorumlusu olduğu “Güneşe Yolculuk” filmiyle Berlin Film Festivali’nde birçok ödül aldı.
İlk oyunculuğu Hülya Koçyiğit, Tuncel Kurtiz ve Aykut Oray‘ın başrol olduğu “Şellale” filminde yaptı.
Festivalden festivale koşarken…
2004 yılında başrollerini Haluk Bilginer, Özcan Deniz ve Demet Akbağ‘ın paylaştığı, hepimizin bildiği ve Türk yapımı filmler arasında kült olan “Neredesin Firuze” ile ilk uzun metraflı filminin yönetmenliği yapmış oldu.
2005’de “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü” filminin yönetmenliğini yaptı ve aynı zamanda Neredesin Firuze’nin de senaristi Levent Kazak ile birlikte senaryoya imza attı.
Yapımcılık, oyunculuk, yönetmenlik, metin yazarlığı ve daha nicesi…
İşte karşınızda, bütün detaylarıyla; birçok yeteneği ve sanatsal işi bünyesinde barındıran Ezel Akay!
- Hoş geldiniz Ezel Bey! Nasılsınız?
Sağ olun teşekkürler, iyiyim!
- Güncel olan projenizle ilgili konuşmak istiyoruz öncelikle.. “Hunililer” oyunu için yazılı basında birçok açıklama duyduk ama, birinci ağızdan öğrenmek bambaşka olacak tabii. Fikir nasıl ortaya çıktı ve nasıl gelişti süreç?
Yaklaşık 6-7 senedir Kadir Has Üniversitesi’nde Film ve Drama dalında Yüksek Lisans dersleri veriyorum ve orada deneysel çalışmalar yapıyoruz. Bunlardan biri de; oyunculuk, yapımcılık, kamera arkası, yazarlık gibi; tiyatro ve sinemanın birleştiği bir alanda, sahne için yazılmamış olan resim, edebiyat, müzik gibi sanat eserlerini sahneye uyarlamak… Örneğin bir karikatürü oynamaya, çekmeye, metnini yazmaya çalışıyoruz. Bu çalışmalarımızdan birçoğu da hep Yiğit Özgür’ün karikatürleri oldu. Nasıl aynı atmosferi yaratacağımızı düşünüp kurguladık. Basit gibi görünse de gerçekten çok zor… Fikir hep vardı yani aslında.
“Bir sanat eseri için en önemli şey: Anlıyor ve anlatamıyoruz!”
- Çalışmalarınızın birçoğunu Yiğit Özgür’ün karikatürlerinden oluşturduğunuzu söylediniz… Yiğit Özgür sizin için ne ifade ediyor? Onun karikatürlerine olan ilginizin sebebi ne?
Benim karikatüre olan ilgim Leman dergisi ile başladı. Sonrasında çoğalarak ve ayrılarak devam eden karikatüristleri takip etmeye devam ettim, tanıdım hatta arkadaş oldum. Mizahçıların dünyası bambaşka! Özellikle Türk mizahçılarının… Hepsinin karakterleri de bir o kadar farklı. Bence bütün mizahçılar, haklarında derin sosyolojik araştırmalar yapmaya değer eserler üretiyorlar. Yiğit de genç karikatüristlerden olmasına rağmen şu anda en bilinen mizahçılardan biri. Onun mizahını tanımlamak zor çünkü biz onun eserlerine neden güldüğümüzü anlamadan gülüyoruz. Gülüneceği kesin fakat nedeni yok! Bir sanat eseri için bu çok önemli: Anlıyor ve anlatamıyoruz.
Yiğit’in karikatürlerinde genellikle bir diyalog söz konusu oluyor. Kademe kademe değişkenlik ve akışkanlık gösteren, kültürel bir arka planı olduğunu hissettiğimiz, giderek saçmalaşan, başta sınıfsal olmak üzere sıçramalarıyla güldüren ve son derece sürprizli şekilde biten bir karikatür tarzı yaratılıyor. Bu tarzın içinde bir de Hunililer meselesi var ki, çok daha farklı ve ilgi çekici… Kendisi bana bununla ilgili mühim bir açıklama yapmıştı. “Bir karikatür çiziyorum; biri hiç beğenmiyor, biri eleştiriyor, biri ‘bu böyle olmaz’ diyor, biri hakaret içerdiğini söylüyor… Bu sebeple ben hiç kimsenin aşağılanmış hissetmeyeceği, herkesin deliliğinden ötürü kabul edeceği masum karakterler yarattım.”
Bana kalırsa da bu tipler, akıl hastası değiller; sadece akıllarını bir kenara koymuşlar. Bizim akıllarımızla oyun oynuyorlar aslında. Biz de bu uyarlama işini yaparken, aynı tema üzerinden “bu oyunu Hunililer yapmış” etkisi vermek istedik. Örneğin oyunda karakterlerden biri “ben ezber yemedim, bir lokma ezberiniz var mı?” gibi şeyler söylüyor ve ekliyor “Ezbersiz insan bu âlemde bir hiçtir!”
- Bizlerin kabul ederken daha yumuşak olabildiği ama acımasızca topa da tutabildiği bir tür; mizah… Hele ki sahnede! Hunililer için durum biraz daha kabul edilebilir ama bütün durumlar göz önüne alındığında; izleyenlerin tepkisi tam olarak ne oldu sizce?
Ben bu oyunun çalışmalarına, garip karşılanacağını bilerek başladım. Bu karikatürleri bilip aşina olanlar bile zaman zaman beklenmedik tepkiler verdiler. Çünkü hiç canlı şekilde görmediler Hunililer’i… “Bu o mu, ben bunu bir yerden hatırlıyorum!” diyecekler. Neyse ki daima seyircisi gayet düzgün şekilde giderek artan bir oyun oldu. Elbette her oyunda mutlaka 4-5 kişi hiçbir şey anlayamadığını söyledi. Giderek azalan şekilde hoşlanmayanlar da oldu. Gerçi onlar bile gülmeden duramadılar! Zaten böyle bir tepki beklenirdi. Herkesin bir yorumu olmalı. Zaten Türkiye’de tiyatro sektörü olağanüstü büyüdü ve rağbetle beraber oyunların ve sahnelerin sayısı arttı.
Herkes birbirinden güç aldı aslında…
Kesinlikle. Tiyatro salonu bile olmadığını söylerken bir de baktık yılda 1500 oyun oynanıyor… Tabii bazı oyunlar, klasik Türk tiyatrosundan biraz farklı. Hunililer de onlardan biri. Örneğin yerli ve bize özgü yarım maske kullanımı var, daha fazla interaktif yol alınan bir deneysellik var; katmerli bir eğlence yaşıyor aslında seyirciler. Yani daha çok köy seyirlik oyununu andıran ve buna “kent seyirlik oyunu” adını vermeyi tercih ettiğimiz; oyuncuların da ciddi bir pedagojik eğitimden geçmek durumunda olduğu bir oyun oldu.
- Karikatürlerden farklı olarak seyircilerin şaşıracağı ne var oyunda? Biraz ipucu istesek…
Karikatürlerden çok farklı fakat bu karikatürlerin oyunu diyebilirim. Fark da oyuncuların doğaçlamalarından oluşuyor. Yani aslında oyuncular da bir karikatür yazıyor. Şöyle düşünebiliriz: Yiğit Özgür’ün karikatürleri gerçekten bir dünyada varmış! Oyuncular da bu dünyayı yaşanabilir kılıyor ve yaşıyorlar. En büyük ipucu bu.
“İnsanın kendini tanımaktan korkmaması lazım.”
- Biraz daha kişisel olacak ama; mühendislikle yola çıkıp, dümeni tiyatroya kırmanız nasıl oldu? Cesaret örneği göstermesi açısından biraz anlatabilir misiniz?
Türkiye’de birçok insan eğitimini gördüğü mesleği değil, istediği mesleği yapıyor artık. Bunun en büyük sebebi eğitim sistemimizin yetenek ve arzularımızın kesiştiği noktada bize yardımcı olmaya odaklı olmayışı… Bu bütün dünyada var olan bir problem aslında. Ben de yeteneğim ve isteğim doğrultusunda tercihimi sanattan yana kullandım. Çok da zor olmadı açıkçası. Kendi kararlarımı verebileceğim bir yaşta ve ortamdaydım. Tiyatro kulüplerine üye oldum ve hikâye anlatıcılığında mutlu olduğuma karar verdim. Benim tavsiyem; hayatında böyle bir ivme kazanmayı isteyen ve yapabilen herkesin cesur davranması. Kişi aynı anda ekonomik açıdan kendini muhakkak idare etmekle yükümlüyse, sevdiği ve nispeten daha az sevdiği işi bir arada götürebilir. Vakit ayırmak da bir cesaret ve fedakârlıktır çünkü! Ya da benim gibi tamamen bu işe maddi manevi olanca gücünü de verebilir… Şartları oluşturmak tamamen bizlerin elinde. Fakat şuna mutlaka dikkat etmek lazım: arzuladığımız şeyle yeteneğimizin ve aklımızın örtüşmesi gerek. Bu da yaşayarak öğrenilebilir ancak… İnsanın kendini tanımaktan korkmaması lazım.
- Yakın geçmişte toplumun kalbine dokunan filmlere imza attınız ve aynı zamanda başarınızı festivallerden aldığınız ödüllerle de zaten tescillediniz… Hayatınızın en özel çalışması, özellikle duygusal anlamda soruyorum; hangisi? Bizim için “Neredesin Firuze” filmi çok özel mesela…
Benim için en heyecan verici şey çocuk sahibi olmaktı. Oğlum beni her şeyden çok daha fazla eğlendirdi, mutlu etti ve heyecan verdi. Ama ikisi de çocuğum! Dolayısıyla bir şeyi doğurmak, üretmek kadar insanı tatmin eden bir şey yok bence… Bunların hepsi benim gözümde çeşitli zamanlar ve imkânlarda yapılmış üretimler. Birini diğerinden ayırmak çok mümkün değil. Ayrıca; birinde hata yapıyorsun, tecrübe ediniyorsun; ötekinde değişiklik… Hiçbir eser tasarlandığı gibi mükemmel değildir ama kendi özelinde belki de mükemmeldir. Ben yönettiğim veya yapımını üstlendiğim her eserde “yaptım, oldu/olmadı” ile yaşayıp, bundan heyecan ve mutluluk duyanlardanım.
- Peki yönetmenlikte yahut yapımcılıkta en çok neye dikkat ediyorsunuz? Yani sizce bir yönetmen “bu film hiç ödül almasa da olur izleyiciye dokunması kafi” mi der, yoksa daha çok “topluma mutlaka ulaşsın” diye düşünerek ticari bir fikir mu ortaya koyar?
Enteresandır ki ikisini de düşünür. Asıl önemli olan zaten hepsini aynı anda düşünüyor olmak. Çünkü zaten filmler müthiş bir toplumsal kaynakla üretiliyor. Dolayısıyla o kaynağın geri ödenmesi gerek. Geri ödeyecek bir şey ortaya koyamazsan zaten bir daha film yapamazsın. Hem ahlaki hem de ekonomik bir zorunluluktur. Sinemanın parayla ilişkisi, sinemanın ahlaki problemidir. Bu yüzden tecrübeli her yönetmen, bir hikaye anlatırken; birkaç şeyi bir arada düşünür. Öncelikle zaten muhakkak bir seyirciyi varsayar. Farkına bile varmadan belki de! Bazıları daha ticari, bazıları daha sanatsal düşünebilir: ticari durum aslında sağlam bir zanaattır de üstelik.
Pek tabii şöyle bir fark var; bazılarımız bazen “bir aksiyon filmine gidelim” diye sinemaya giderken, bazılarımız da “falanca kişinin falanca eserine gidelim” diye gidiyoruz. Her şey seyircinin de, yönetmenin de seçimiyle ilgili. Tercih meselesi…
- Bütün bu düşünceler ve işler arasında pek boş vaktiniz olmadığını tahmin ediyoruz ama yine de işten güçten geriye kalan vaktinizde ne yapıyorsunuz?
Boş vakit dediğiniz nedir ki? Doldurulmak için vardır! Kimse yaklaşık 24 saat boyunca tavana bakarak boş vakit geçirmez… Evini temizler, yemek yapar, müzik dinler; onu rahatlatan ve hoşuna giden şeyler yapar ve bunların hiçbiri aslında boş değil. Vakit hiçbir zaman gerçek anlamda boşalamaz. Hep doludur. İnsanın sevmekten yorulduğu şeyler yerine, sevdiği ve onu yormayan ya da tatlı tatlı yoran şeylerle ilgilenme hali aslında bu… Ben de öyle yapıyorum. Dağları geziyorum örneğin.
“Gelecek kötümser bir distopyadan ibaret değil. Distopyayı yazan, akışı belirleyen daima bizleriz.”
- Bir klişedir: doğayla iç içe olmak durumu, bütün insanların ve özellikle sanatçının ilhamı oluyor mu sizce de?
Evet oluyor ama illa bir klişeden ilerlemeye de gerek yok. İnsan da bazen ilham oluyor fazlasıyla.
Çünkü o da doğadan bir parça.
Evet öyle. Kalabalık bir caddede yürürken de inanılmaz eserler ve fikirler üretilebilir. Sanatçı için önemli olan, gözleri ve gönlü açık, bakıp görebildiği her şeyi sanata çevirmeye hazır bir varlık olarak gezmesi… Ayrıca doğayla ilgili şöyle bir açıklama getirebilirim; tıpkı bizler gibi onun da kendi kendini yok etme potansiyeli var. Bizler bunu görüyoruz. Örneğin benim gençliğim “üçüncü dünya savaşı çıkacak” diye geçti… Fakat o kadar çok hikaye anlatıldı ki bununla ilgili, o savaş çıkamadı. Yani insan bu tehlikeyi yarattı, o tehlikenin sonuçlarını görüp; bundan vazgeçirmenin araçlarını da yarattı. Biz böyle yapmalıyız. Gelecek kötümser bir distopyadan ibaret değil. Distopyayı yazan ve akışı belirleyen daima bizleriz. Doğa da biziz!
- Bütün bu öngörülerin ve işlerin yanında… güzel kahve falı baktığınız doğru mu?
İyi hikâye anlatıcıların hepsi iyi kahve falı bakar. Aslında çok basit: iyi bir falcı, iyi bir gözlemcidir. Her hareketinizi görür ve sizin aynada görmediklerinizi size bir hikâye gibi anlatır. Ve adına fal der. Dolayısıyla ben isterseniz size çay falı da bakabilirim. İnanırsınız da. Çünkü inanmak istersiniz. Tiyatroya gelen seyircinin oyun görmek istemesi gibi…
Mentalist tarafınız çok kuvvetli öyleyse…
Yine aynı cevabı vereceğim: iyi hikâye anlatıcıların hepsi öyledir. Geleceği görmek değil bu yapılan, siz gelmesini istediğiniz şeylerin izlerini taşırsınız üzerinizde… Görmek istemekle ilgili tamamen. Okunan fal değil, sizsiniz.
- Çok doğru… Son olarak, Karma Türkiye okuyucularına bir mesaj vermenizi istesek?
Okuyuculuğa devam! Okuma faaliyeti daha önce çivi yazılarıyla mümkünken, şimdi okuma yapabileceğimiz alan sayısı inanılmaz arttı. Her şey okunabilir artık. Yazı, resim, müzik: hepsi okumanın genişlemiş hallerine dönüştü teknolojiyle beraber. Ne okursanız okuyun; okumak kadar ilham verici başka bir şey yoktur.
Samimi tavsiyeniz ve sıcak sohbetiniz için çok teşekkür ederiz!
Rica ederim…