Hiç merak ettiniz mi, kök nedir?
Kökün de bir aidiyeti var mıdır?
Misal; kökeni gitse gitse M.Ö. 1000 yılına gidecek, aslen Mısır kolonisi olan Antik Yunan’dan önce, kökeni en fazla M.Ö. 6000’e gidecek Antik Mısır’dan önce, kökeni belki M.Ö. 7000 yılına gidecek Sümer, Babil, Elam, Akad, Hitit, Urartu, Asur gibi uygarlıklardan evvel; Mezopotamya’da ve tüm dünyada, sanat ve hatta estetik, hiç olmamış mıydı?
Sanatın, tarih başta olmak üzere, diğer “hayat dalları” ile olan bağıntısını çözmek, sanatın kendisine lazım olan gibi, biraz da hayal gücü gerektirmez mi? Medeniyeti unutmadan sanatın tanımını yapamaz mıyız? Uygarlıklardan uzakta, sosyolojinin göğünde bir sanat hayal edemez miyiz?
Merak, sanatın işlenmemiş bir kolonudur.
Sanatın nereden geldiğine aradığımız yanıtlarla, sanatı öldürmüş olmaz mıyız? Biz nereden geldiysek, o da oradan geldi. Biz nasıl gelişip değişti isek, o da aynı şekilde değişti. Bizle beraber ve bizden bağımsız!
Bu nasıl oldu?
Sanat, belki de özgürlüğün herhangi bir olguya hapsidir.
“Bütün sanatlarda, insanı şaşırtan bir yan vardır.”
-Alain
Tarih… Tarih der ki, sanat sadece Homo Sapiens‘e özgü bir kavram bile değildir! Araştırma yaptığımızda, en erken sanat eserleri şaşırtıcı derecede eskidir. Hikaye, Golan Tepeleri’nde bulunan bir ana tanrıça benzeri heykelcikle başlamıştır… İngilizce Venus of Berekhat Ram diye geçer ve tahminlere göre 230.000 yıllıktır!
Bazı kaynaklar bizleri 700.000’e kadar götürür.. Homo Sapiens bile değil, Avcı-Toplayıcı Homo Erectus‘ların elinden çıkan bir eser! Bir diğeri Venus of Tan Tan… Bu heykelcik de Fas’ta bulunmuştur. 300.000 ile 500.000 yıl arasında tarihlenir. Bu da aynı şekilde avcı toplayıcılardan bugüne geldi. Bu eserler, ne için yapıldı? Hangi hayat şartları ve ne tür psikolojilerle ortaya çıktı? Bir amacı var mıydı? Bir “sanatçı” kaygısı taşıyor muydu? Yoksa yalnızca hayatta kalmaya çalışan bir topluluktan çıkan “şans eserleri” miydi?
Sanat, belki de lütuftan ve lütuf olan yaşamaktan ibarettir.
“Sanat, bize hakikati bildiren bir yalandır.”
-Pablo Picasso
Buna göre, modern sanatın doğuşu hakkında konuşulabilir: Hiçbir şey bilmeden, hiçbir amaç gütmeden yapılanlar yeterli gelmediğinde, modern sanat mı doğmuştur?
Güzel sanatlar üzerine konuşulabilir: Sanatı “güzel sanatlar” yapan, insanla daha iç içe ve toplumsal oluşu mudur?
Akımlar ile ilgili tartışmalar, sonsuza dek sürer elbet: Bilimle kesişen noktalarından tarihe adını yazanlara kadar, her şey… nedir esas meselesi?
Her şey zaten, biraz da sanata ithaftır.
Belki de önemli olan soru şu: sanatın kökü nerede?
Sanata yüksek tanımlar yüklerken, sergilerde sanat anlayışları kazanırken, özellikle medeniyet ile ilişkilendirirken yüzümüze tokat gibi çarpan bu yarım veya çeyrek milyon yıllık sanat eserleri nedir? Kök mü? Gerçek mi?
Yoksa sanat, tamamen tesadüfe ve tecrübeye mi dayalı?
Sanat için daima, lazım gelen mi konuşulmalı?
Sanat, insanın, bir daha geri dönemeyeceği bir yolda bıraktığı has ayak izleridir; kendiliğinden ve doğal, uzak ve yakın, doğaya ve evrene ait bir parçadır.
Evrendeki en karmaşık olgulardan biridir sanat…
Meziyetten mi yoksa izlenimden mi ileri gelir?
Çok okumak, çok görmek, çok hissetmek: her biri bir başına yeterli midir?
Öğrendikçe mı anlarız yoksa bir eseri, bir ruh izini anlamak da bir sanat mıdır?
Sanatın ne için olduğunu tartışmamız şöyle dursun; sanatın işe yararlılık kaygısı olmadığını kabul etmek bile; hem olması gereken insanüstü saygıyı, hem de tuhaf yanılgıları beraberinde getirir…
İletişimin temeli ve eskimeyecek bilim dallarından biri, dildir.
Sanat, belki de telepatik dildir!
“Sanat ancak, belli bir sınıf için değil, büyük kitleler için yarar sağladığı zaman, sözü edilebilir bir değere ulaşır.”
-Lev Tolstoy
San’at -sınâ’at, çoğulu sanâyi- kelimesi, Arapça “sana’a” fiilinden türemiştir. Sözlükte “mümârese ile yapılan iş, ustalık, bir maddeye zihinde tasavvur edilen şekil ve sûreti vermek, bir şeyi güzel ve hünerle yapmak” şeklinde geçer.
Geniş anlamıyla; düşünülen bir şeyi vücûda getirmek için bilginin yahut hayalin kullanılmasına san’at denir. İşte san’at, böyle bir hünerin meyvesidir! Bir başka ifadeyle, bu hüner; ruhtan tabiî olarak zorlanmadan fiil halinde gelmelidir. Dinleyende, görende ve bilende; hayranlık uyandırır.
Kelimenin ve tanımın “kökünde” bu söylemler yer alırken, neden bugün, güzel sanatlar diye bir ayrıma ihtiyaç duyarız? İhtiyaç duyduğumuz şey sanatın ta kendisi değil midir?
Sanat, belki de insanın kendine mahçubiyeti ve dünyaya mecburiyetidir.
“Sanat, gözlerimize inanamamıza yarar!”
-Kari Kraus
Tolstoy’a göre, sanatı doğru tanımlamak için, her şeyden önce, onun insan hayatı için elzem olduğu ya da zevk alma aracı olduğu saplantısından kurtulmak gerekir. Bunu yaptığımızda, sanatın insandan insana doğrudan bir ilişki olduğunu görürüz.
Gülen birisi karşısındakini de neşelendirebilir. Ağlayan birisi karşısındakini de üzebilir. Öfke ya da heyecana kapılanı gören bir başkası da benzer duygulara kapılabilir. Birinin duyguları ve düşünceleri, belli olduğu müddetçe karşıdakine de sıçrar… Veya birisinin acıyla inlemesi veya kıvranması onu göreni acıma duygusuna sokar. Birinin bir nesne, bir kişi, bir olay hakkındaki hayranlığı, bağlılığı, korkusu, saygısı ya da sevgisi onu izleyenlere de geçer. Elbette karşı tarafa iletilebilen duygunun şiddeti, karşıdakinin duygu ve düşünce edinme deneyim ve yetisiyle sınırlıdır. Çünkü bazen ağlayan birisi karşısındakini güldürebilir!*
“Dünya aydınlık bir yer olsaydı, sanat olmazdı.”
Albert Camus
Öte yandan, insandan insana duygu iletimi anlıktır. Duygu, verici tarafından alıcıya ancak belli ve sınırlı bir zaman aralığında transfer edilir; sürekli değildir ve tekrar etmez.
Peki, insan, bir anlık duygusunu ilelebet yaşatmak isterse, ne yapabilir?
O duyguyu sürekli taşıyacak bir obje yaratabilir miyiz?
Sanat, belki de bu sorunun cevabıdır. Hatta bütün soruların cevabı olabilir.
Sanat, bir bütünün parçası olabilir; parçalanamayacak kadar bütün olabilir.
Sanat, tanımsal olarak yaratıcılığın, bilginin ve hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır.
Bu “ifade” ve evren arasındaki bağ, gerçek bir sanat eseridir!